Saat 23:39 olmuştu, sıcacık şöminenin
başında elinde kitabı ile dalıp gitmişti oralara, şuralara, buralara. Kısık bir
esinti ile sessizliğe eşlik eden Dulce Pontes vardı yalnızca odada. Yalnızlığın
ve tükenmişliğin hissedilen en büyük acılardan biri olduğunu o akşam anlamıştı.
Kitapları ile baş başa, koskoca bir evde tek başına ötelediği duyguları ile
hesaplaşırken bir kez daha ne kadar çaresiz olduğunu anlamıştı. Kazanmanın veya
kaybetmenin olmadığı süresiz bir mücadelenin başrol oyuncusu, aynı zamanda tek
kişilik bir oyunun da izleyicisiydi. Gerçekler kadar sanrılar ile yaşamaya
adanmış hayatının belki de en verimli çağını sebepsiz yere, monoton olarak
geçirmekteydi. Bir ışık, bir tepki veyahut herhangi bir işaret olmalıydı onu
harekete geçirecek, kaygılarını geride bırakacak, yeniden hayaller kurup onlara
özlemle sarılacak bir devinim bekliyordu. Olmuyordu ve günler günleri
kovaladıkça ümidini kaybetme noktasına geldiğinde her seferinde kendine
telkinlerde bulunuyor ve bu serüvenin sonunu görmeye ant içiyordu. Evet,
biliyordu ve hiç de kolay olmayacaktı, olsun mücadele ruhunu hep yaşatacaktı
içinde, yaşatmalıyım da diyordu.
Kafasını kaldırdı biran ve elindeki
kitabını fark etti yeniden. “Sessizliğin tırmalıyor kulaklarımı” yazıyordu
kitabın sayfasında, yazar ne kadar da güzel ifade etmişti içinde bulunduğum
durumu diyerek mırıldandı. Sessizliğin o can sıkıcı sesi, işte o yüzden fonda
ona sesleniyordu Dulce.
Saat: 00:17
Sayfaları çevirdikçe en iyi dostu kitabı
ile ünsiyetini giderek arttırıyor ve üçüncü tekil şahıs olan yazar ile
dostluğunu pekiştiriyordu. Öyle değil mi, okumak var olmanın dayanılmaz hafifliğinin
ruh üzerindeki etkisi değil miydi? En azından sessizliğin etkisinden kurtarıyordu
ya onu, bu da ona yeterdi. Şöminedeki odunların çıtırtısı Dulce ile bir harmoni
oluşturdu sonbahardan kalma kışa gebe odanın içinde. O yine okumaya devam etti
kitabını kimseler bilmese bile sessizce.
Uzaklara…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder