Yine bir hafta sonu ve yeni bir tiyatro günü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yeni oyunlarından olan “Aşk Halleri”ne biletimize önceden almıştık. Normalde tiyatroya gitmeden önce oyun hakkında yapılan yorumları araştırmam. Fakat bu sefer araştırdım. Okuduklarım karşısında biletimi bir başkasına vermeyi bile düşündüm. “Vakit ve zaman kaybı, gereksiz, konusuz, bir anlam göremedim, adında aşk var gerisi boş” tarzında yorumlar vardı, bir de araya serpiştirilmiş “güzel oyun” sözcükleri. Yine de tiyatro başkadır, hele kışın daha bir başka. İzledikten sonra kendi yorumumu yaparım düşüncesiyle kendimi tiyatro salonunun önünde buluverdim. Arkadaşlarım ile yerimizi aldık ve yorumlardan arındırılmış zihnimizi tamamen oyuna verdik. Arkadaşım oyun hakkında; “insanlar ayakta izledi” diye bir bilgi edinmişti. Şaşırdım doğrusu. Nasıl olurda bir tiyatro ayakta izlenir, daha doğrusu salon dolunca nasıl ayakta izlemeye izin verirler. Oyun başlayınca gördük ki, bu durum oyunun bir parçasıymış. Bu bilgiyi arkadaşıma veren kişi belli ki böyle durumlara karşı yabancı.
Oyun hakkında kısa bir bilgi vereyim. Oyun bir okuyucu (yazar) olmak üzere on bir kişiden müteşekkil. Yönetmenliğini “Dullar” oyunundan hatırlayacağımız Hülya Karakaş yapmış. Dullar oyununu izleyenler yönetmenin bu oyun üzerinde aynı usuldeki yöntemlerini hissetmiştir. Oyun yazarı ise Nezihe Meriç’tir. Oyundaki müzikler ise Türk Müziğinde bir çınarın elinden çıkmış, Neşet Ertaş’a ait. Aşk Halleri, Nezihe Meriç’in aşk üzerine yazdığı çeşitli öykülerden (Yandırma ve Gülün içinde Bülbül Sesi Var) derlenen, insanları yakından ilgilendiren ortak yaşantıları, beklentileri ve kaygıları bir arada buluşturan sıcak bir uyarlama halinde karşımıza çıkıyor. İnsan hayatındaki en temel duygulardan biri olan aşkın, neredeyse tüm halleri gözler önüne seriliyor. Aşkın itici gücüyle her zaman umuda açılan bir kapının var olacağı düşüncesi irdeleniyor.
Sahne tasarımı ise oldukça mütevazı idi. Yeri geldi bir apartman dairesi oldu, yeri geldi bir tepeye, yeri geldi bir parka dönüştü. Bazen de dedikodu yapan kadınların oturma odasındaki koltuklara dönüşerek hayat buldu. Kostümler ise (pek kostüm göremedim) oldukça sıradan, kostüm demeye bin şahit isteyen türden. Yani tasarlamaya gerek kalmayan elbiseler vardı. Her yerde bulabileceğiniz türden.
Oyun yapılan yorumları destekleyici değildi. Öyle zaman ve para kaybı olarak görmedim doğrusu. Oyunda bir bütünlük olmaması en büyük handikap olarak karşımıza çıkıyor. Canlandırılan karakterlerin hayatın belli kısımlarından anekdotlar olarak izleyiciye sunulması hoş olmamış. En kötü konusu olan bir oyun, konusu olmayan bir oyundan daha iyidir diye düşünüyorum. Oyunda anlatılanlar birbiri ile bağlantılı olabilseydi, belki de oyunun akıllarda kalma olasılığı daha yüksek olacaktı. Oyunda bağlamanın canlı olarak çalınması ve tüm kadronun söylenen şarkılara eşlik etmesi güzel bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca tüm oyuncuların oyunu izleyiciyle birlikte izlemesi ve kostümleri izleyici karşısında giymesi de oyuna farklı bir hava katmış. Oyundaki okuyucunun (yazar) söylediklerinin bazıları da kayda değerdi doğrusu.
“İnsana ait her bir şeyin içinde özlenen o tanımlaması olanaksız duygu eve aittir. Ev insanın aynasıdır. Yazdım… Burukluğu kırıklığı yazdım. İhaneti, aşkı yazdım. Yazarak içimdeki kederi dağıttım. Şimdi kendi kapımı da açmalıyım. Baharatın, kaynatılmış reçellerin, yaz ve kış meyvelerinin kokusunu çekmeliyim içime. Mutfak, kadrini bilene yaşamdaki cennettir. Cennetimden hiç çıkmamalıyım.”
Oyunun izlenmesi gerektiği kanısını taşıyorum. Sıkıldığınız anlar muhakkak olacaktır; ama oyundan hoş bir duygu ile ayrılacağınız şüphesiz. Oyun bitip birkaç kişi oyuncuları ayakta alkışlayınca arkadaşım yaptığı yoruma gülmemek elde değildi: “Kesin bunlar akrabalarıdır. :))” Güzel bir hafta geçirmeniz ümidiyle.
“Gül sunan elde daima bir miktar gül kokusu kalır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder